Hayvanlardaki Mekanik Sistemler Nelerdir?

HAYVANLARDAKİ MEKANİK SİSTEMLER

CANLILARDA MEKANİK SİSTEM TASARIMI

Çoğu zaman tasarımcılar için, harekete dayalı sistemlerin tasarımı, durağan yapılı sistemlerin tasarımından daha zordur. Sözgelimi bir matkabı tasarlarken karşılaşılan problemler bir sürahiyi tasarlarken karşılaşılan problemlerden daha çoktur. Çünkü ilkinde fonksiyon ilk planda iken, ikincisinde şekil ön plandadır. Ve fonksiyon ağırlıklı tasarımlar daha karmaşıktır. Tasarımdaki her parça amaca hizmet etmelidir ve hepsinin bir görevi olmalıdır. Bir tek parçanın eksikliğinde veya tasarım bozukluğunda sistem işlemez.

Böyle bir hatayı taşıyan tasarımlar başarısızlığa mahkumdur. Nitekim insanların yaptığı mekanik sistemlerdeki hatalar sanılandan çok daha fazladır. Bunların bir çoğu deneme yanılma yöntemine göre tasarlanmıştır. Hatalar, ürünün piyasaya çıkmadan önce yapılan modellerinde giderilmeye çalışılmıştır. Ancak bu da kullanıma sunulan ürünlerde hata olmasını engelleyememiştir.

Oysa aynı şeyi doğadaki mekanik sistem tasarımları için söylemek imkansızdır. Tüm canlılardaki mekanik tasarımlar mükemmeldir. Ve bu mükemmel tasarım tek bir seferde hatasız olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah, tüm bunları kusursuz bir biçimde yaratmıştır. Şimdi Allah’ın bu üstün yaratışına örnek oluşturan bazı canlıları inceleyelim.

Ağaçkakanın Kafatası

Ağaçkakanlar, ağaç kabuğuna yaptıkları vuruşlarla kabuğu koparır sonra da ortaya çıkan böcekleri ve kabuğun altına saklanmış yumurtaları yiyerek beslenir. Bu kuşlar, yuvalarını sağlam, canlı ağaçlara oyarlar. Bu oyukları açarken de bir marangoz kadar maharetlidirler.

Büyük noktalı ağaçkakan türü saniyede dokuz-on vuruş yapar, daha küçük boyutlu ağaçkakanlarda ise bu sayı on beş-yirmiye kadar çıkar. En usta ağaçkakan türlerinden biri de Yeşil Ağaçkakandır.

Yeşil Ağaçkakan ağaçları oyarken, gagası saatte yüz kilometreden daha büyük bir hızla çalışır. Fakat kiraz büyüklüğündeki beyni bu sarsıntılardan etkilenmez. İki vuruşu arasındaki zaman farkı, saniyenin binde birinden azdır. Ağaçkakanın sırrı, boyun kaslarındadır. Vurmaya başlayınca, baş ve gaga tam bir doğru üzerine gelirler. En küçük bir sapma, beyinde yırtılma yapabilir.

Bu denli hızlı bir vuruşun betona kafa atmaktan bir farkı yoktur. Kuşun beyninin hiçbir hasara uğramaması ise ancak olağanüstü bir tasarımla mümkündür. Kuşların büyük çoğunluğunda kafatası kemikleri birbirine yapışıktır. Gaga ise çenenin hareketiyle açılır. Oysa ağaçkakanlarda gaga ve kafatası, vuruş sırasında oluşan şoku emen süngerimsi bir madde ile birbirinden ayrılmıştır. Bu esnek madde, otomobil amortisörlerindekinden çok daha iyidir. Bu üstünlüğü, çok kısa aralıklarla oluşan şokları da emebilmesinden ileri gelir. Bu madde her vuruşta oluşan şoku emip bir sonraki şoku karşılayacak duruma gelebilir. Üstelik bunu saniyede onu aşan vuruşun yapıldığı şartlarda başarır. Bu madde modern teknolojinin geliştirdiği tüm benzerlerinden üstündür. Ağaçkakanın kafatası ve üst gagasının olağan dışı bir yöntemle bağlanmış olması, her vuruşta beyninin bulunduğu bölümün gagadan uzaklaşmasını, böylece şok emici ikinci bir mekanizma oluşmasını sağlar.

Pire: Büyük Sıçrayışlar İçin İdeal Tasarım

Bir pire kendi vücut yüksekliğinin 100 katından fazla yükseğe sıçrayabilir. Sizin aynı performansı gösterebilmek için 200 m. yükseğe sıçramanız gerekecekti. Dahası pire sıçrayışlarını 78 saat ardı arkası kesilmeden sürdürebilir. Pire genellikle beşinci sıçrayıştan sonra bacakları üstüne düşmez, sırtı üstüne veya başı üstüne düşer. Ne var ki bu düşüş onu sersemletmez bile. Pirenin yaralanmamasının nedeni ise vücudundaki tasarımda saklıdır.

Böceğin iskeleti vücudunun içinde değildir. İskelet, vücudu saran yumuşak kitin tabakasına tutturulmuş, sklerotin adı verilen sert bir karışımdan oluşur. Sklerotin tüm vücudu sarar. Bu dış iskelet birbirine karşı sınırlı ölçüde hareket edebilen çok sayıdaki zırh plakasından oluşur. İşte bu mükemmel tasarım, sıçrayış sonrası karşılaşılan şokları emer ve etkisiz hale getirir.

Öte yandan pirelerin kan damarları yoktur. Vücudun iç kısmı tümüyle, berrak akıcı bir kanın içinde yüzer. Bütün iç organlar bu halleriyle adeta yumuşak yastıklarla çevrelenmiş gibidir, bu nedenle ani basınç yükselmelerinden hiç etkilenmezler. Kan, bütün vücuda dağılmış hava borucukları ile temizlenir. Böylelikle sürekli olarak oksijen temini için gerekli olan güçlü bir pompaya da ihtiyaç duyulmaz. Kalp bir tüp şeklindedir ve o kadar ağır bir ritimle çarpar ki, sıçramalardan oluşan değişiklikler onu hemen hemen hiç etkilemez.

Bilim adamları yaptıkları araştırmalar sonucunda pirenin bacak kaslarının, aslında yaptığı büyük sıçrayışları gerçekleştirecek kadar güçlü olmadığını belirlemişlerdir. Pirenin gösterdiği sıçrama performansı, asıl olarak bacaklarına eklenmiş olan bir tür yay sisteminden kaynaklanmaktadır. Bu yay sistemi, “resilin” adlı proteinden yapılmış bir doku sayesinde çalışır. Bu maddenin özelliği gerilerek sakladığı enerjinin %97’sini serbest bırakabilmesidir. Bugün piyasadaki en iyi esneyen madde için bu oran %85 kadardır. Lastik özelliğine sahip bu doku bant şeklinde iki arka bacağa yerleştirilmiştir. Pire bacaklarını büktüğünde en kuvvetli kaslarıyla onu gerer, ve bacaklar açılmaya başladığında saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda tüm enerjisini serbest bırakır. Bu sayede olağanüstü sıçrayışlar yapabilir.

Palamut Böceği ve Delme Mekanizması

Palamut böceği, adından da anlaşılacağı gibi, meşe ağacının palamut adlı meyvesine bağımlı yaşar. Böceğin kafasından oldukça uzun bir boru uzanır. Gövdesinden bile daha uzun olan bu borunun ucunda da minik fakat çok keskin bir testere dişi bulunur.

Böcek normal zamanda bu boruyu, yürümesine engel olmaması için, vücuduyla aynı doğrultuda tutar. Bir palamutun üzerine geldiğinde ise, boruyu ona doğru eğer. Bu haliyle tam bir sondaj makinesine benzemektedir. Borusunun testereye benzeyen ucunu palamuta dayar. Hareketli kafasını bir sağa bir sola döndürerek boruyu oynatır ve palamutu delmeye başlar. Böceğin kafası bu iş için ideal bir tasarıma sahiptir ve olağanüstü bir hareket serbestliği gösterir.

Böcek bu şekilde sondaj yaparken bir yandan da borusu aracılığıyla palamut içindeki meyveyi yiyerek beslenir. Ancak meyvenin büyük bölümüne dokunmaz; bunu yeni doğacak yavrusu için saklamaktadır. Delme işlemi tamamlandığında, böcek açılan delikten içeri bir tane yumurta bırakır. Yumurta, annesinin palamut içinde açtığı kanalın içine yerleştikten sonra larva halini alır. Larva palamutu yemeye başlar. Yedikçe büyür, büyüdükçe de daha çok yer. Larva ne kadar çok yerse, palamut içinde gelişmek için kendine o kadar çok yer açmış olur.

Bu durum, palamut bağlı olduğu daldan düşene kadar devam eder. Palamutun yere düşerken çıkan çarpma sesi ve sarsıntı, larvaya artık dışarı çıkma zamanının geldiğini haber verir . Güçlü dişleri sayesinde, daha önceden annesinin açtığı deliği büyütür. Son derece semirmiş olan larva, zorla da olsa kendini bu delikten dışarı çıkarır. Larvanın bundan sonraki ilk işi kendini yerin 25-30 cm kadar altına gömmektir. Burada “pupa” evresini geçirecek ve bir ile beş yıl boyunca bekleyecektir. Tam bir yetişkin olup toprak üzerine çıktığında ise, bu kez o palamutlara sondaj yapmaya başlar. Pupa süresindeki farklılık, yeni sürgündeki palamutların olgunlaşmasına bağlı olarak değişmektedir. Palamut böceğinin bu ilginç hayatı, evrim teorisini çürüten ve Allah’ın canlıları ne denli kusursuz tasarımlarla yarattığını gösteren bir delildir. Dikkat edilirse, böceğin her türlü mekanizması belirli bir plan üzere tasarlanmıştır. Sondaj borusu, bu borunun ucundaki kesici dişler, borunun kullanılmasını sağlayan oynak kafa yapısı, tüm bunlar rastlantılarla ya da “doğal seleksiyonla” açıklanamaz. Sahip olduğu uzun boru, sondaj işini kusursuzca başarmadığı sürece, hayvan için bir ayakbağından ve dolayısıyla dezavantajdan başka bir şey olmayacaktır. Bu yüzden “aşama aşama” geliştiği iddia edilemez.

Öte yandan larvanın sahip olduğu organlar ve içgüdüler de ortada “indirgenemez kompleks” bir süreç olduğunu göstermekterdir. Larvanın palamut kabuğunu parçalayacak güçlü dişlere sahip olması, dışarı çıktığı anda toprağın derinliklerine girmesi gerektiğini “bilmesi” ve burada beklemek için de “sabretmesi” zorunludur. Aksi halde canlı neslini sürdüremeyecek ve yok olacaktır. Tüm bunlar rastlantılarla açıklanamaz ve bu küçük canlının çok üstün bir akıl gösterisiyle yaratıldığını ortaya koyar.

Allah bu küçük canlıyı kusursuz organlar ve kusursuz içgüdülerle yaratmıştır. Çünkü O, “Kusursuzca yaratan”dır. (Bakara Suresi, 54)

Bakteri Kamçısı

Bazı bakteriler, sıvı bir ortamda hareket edebilmek için “kamçı” adı verilen bir organ kullanırlar. Bu organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı ritmik bir biçimde dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda yüzebilir.

Bakterilerin kamçısı, uzun zamandır bilinmektedir. Ancak son 10 yıl içindeki gözlemler, bu kamçının detaylı yapısını ortaya çıkarınca bilim dünyası şaşkına dönmüştür. Çünkü kamçının, önceden sanıldığı gibi basit bir titreşim mekanizmasıyla değil, çok karmaşık bir “organik motor” ile çalıştığı ortaya çıkmıştır.

Bakterinin hareketli motoru, elektrik motorlarıyla aynı mekanik özelliğe sahiptir. İki ana bölüm söz konusudur: Bir hareketli kısım (rotor) ve bir durağan kısım (stator).Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer sistemlerden farklıdır. Hücre, içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bunlar kusursuz bir mekanik tasarımla yerlerine yerleştirilmiştir. Bilim adamları kamçıyı oluşturan bu proteinlerin, motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını ya da kırbacı hücre zarına bağlayan proteinleri hareketlendirdiklerini belirlemişlerdir. Motorun işleyişini basitleştirerek anlatmak amacıyla yapılan modellemeler bile sistemin karmaşıklığının anlaşılması için yeterlidir.

Sadece bakteri kamçısının bu kompleks yapısı dahi tüm bir evrim teorisini çökertmek için yeterlidir. Çünkü kamçı hiçbir şekilde basite indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, ya da kusurlu olsa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiçbir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz olarak işlemesi gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin “kademe kademe gelişim” iddiasının anlamsızlığı, bir kez daha açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bakteri kamçısı, evrimcilerin “en ilkel canlılar” saydığı bakterilerde dahi, olağanüstü tasarımlar bulunduğunu gösteren önemli bir gerçektir. Canlılığın detaylarına inildikçe, Darwin’in 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde basit yapılar sandığı organların ne denli kompleks yapılar olduğu görülmektedir. Bir başka deyişle, yaratılışın kusursuzluğu anlaşılmakta ve canlılığa başka bir açıklama getirmeye çalışmanın saçmalığı gözler önüne serilmektedir.

Zürafanın Pompası

Zürafa beş metreye varan boyuyla karada yaşayan en büyük hayvanlardandır. Hayvanın yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun içinse olağanüstü güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Nitekim zürafanın kalbi 350 mmHg.’lik bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür.

Normalde bir insanı öldürebilecek kadar güçlü olan bu sistem, özel bir haznenin içinde bulunur. Hazne, basıncın bu ölümcül etkisini kaldırabilmek için küçük damarlarla kuşatılmıştır.

Baştan kalbe kadar giden bölümde; yukarı çıkan ve aşağı inen damarların oluşturduğu bir U sistemi bulunur. Ters yönde akan kan damarları toplam basıncı sıfırlar, böylece hayvan ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulmuş olur.

Kalpten aşağıda olan kısımda ise, fazla kalın olmadığından bacakların ve ayağın da özel bir korumaya ihtiyacı vardır. Zürafanın bacak ve ayaklarını saran derinin son derece kalın olması onu kan basıncının kötü etkilerinden korur. Ayrıca damarların içinde, şiddetli kan akışını durdurarak basıncı kontrol altına alan kapakçıklar da bulunur.

Asıl büyük tehlike ise, hayvan su içmek için başını yere kadar indirdiğinde ortaya çıkar. Normalde beyin kanamasına sebep olacak kadar şiddetli olan kan basıncı, bu durumda çok daha artar. Ama bu tehlike karşısında kusursuz bir önlem alınmıştır. Vücutta salgılanan “sefaloraşidien” adlı sıvı devreye girer ve kalp hacmini küçülterek pompalanan kanı azaltır. Öte yandan, hayvanın boynunda, başını aşağı eğdiğinde devreye giren özel kapakçıklar vardır. Bu kapakçıklar kanın akışını büyük ölçüde azaltır ve böylece zürafa güven içinde su içip tekrar başını yukarı kaldırabilir. Zürafanın kat kat olan damarlarının kalınlığı da, yine bu yüksek basınç tehlikesine karşı alınmış bir tedbirdir.

 

 

 

Yorumlarınız Bizim İçin Değerlidir.

Yorum yapmayı unutmayınız.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir